AHMED KALKAN Hoca Ropörtaji

AHMED KALKAN Hoca Ropörtaji

Günümüz Mü'mine kadın üzerine söyleşi

1. Zeynepder:Tarih boyunca en çok istismara uğrayan konulardan biri kadın konusu… Evvela şunu sormak istiyoruz. Neden kadın konusu hep tartışılan, gündem olan bir konudur?

Ahmed Kalkan:
Bismillâh, Elhamdu lillâh, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ Rasûlillâh. Esselâmu aleykum ve rahmetullah. Aslında bu sorun, İslâm için ve İslâm’ı hayatına tatbik edenler için söz konusu değildir. İslâm, fıtrat dinidir. İslâm; her türlü haksızlığın, haksız ayrımın kesin şekilde yasaklandığı tek hak dinin adıdır. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz, Doğulu-Batılı, yaşlı-genç gibi yapay ayrımları kabul etmeyen, daha doğrusu bütün bu sınıfları ümmet adı verilen evrensel ailenin renk kombinasyonu kabul ederek “Müslüman” adıyla sınıfsız bir toplum ortaya çıkaran dinin adıdır İslâm. O yüzden insanlık siyahıyla, kızıl derilisiyle beyaz tenlisiyle eşittir. Böyle bir dinde kadın ve erkeğin cinsiyetlerinden dolayı bir üstünlük ve aşağılıkları sözkonusu edilemez. Üstünlük ancak takvâda, ilimde ve cihad bilincindedir.

İnsan denen varlığın yarısı, bir cinsi, bir elmanın diğer yarısı gibi olan ve erkeğin eksikliklerinin kendisiyle tamamlandığı kişi olan kadın, özellikle erkekler açısından istismar ve zulüm yönüyle büyük imtihan alanıdır. Kadın denilince, tarih boyunca ve güncel hayatta çoğunlukla mazlum bir tip karşımıza çıkmaktadır. Tarihî süreçte çoğunlukla ezilmiş, hor görülmüş, emeği ve cinsiyeti sömürülmüş, bir hizmetçi ve hatta bir köle statüsünde kabul edilmiştir analarımız, bacılarımız, eşlerimiz; Peygamber ifadesiyle erkeklerin kız kardeşleri. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Kendisine öncelik ve değer veriliyor gösterilerek kadın, erkeklerin yine kölesi kabul edilmekte, cinsel obje ve reklâm aracı olarak değer(siz)lendirilmektedir. Bazı müslümanlar da din adına ayrım ve adâletsizlik yapmakta, geleneksel yaklaşımın Kur’an ve Sünnete ters anlayış ve uygulamalarını örf ve âdet olarak sürdürmekte, bilinçsiz de olsa bu şekilde kadına zulmetmektedir. Aslında, gerçek İslâm toplumunda kadın sorunu diye bir problemden bahsedilmez. Ancak, ortak insanî problemler sözkonusu olabilir. Asr-ı Saâdet, bunun en güzel örneğidir.

Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem haktan bazı unsurları, hem de bazı eksiklik ve hurâfeleri içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Ayrıca, Müslümanlığı kabul ederken Türk atalarımızın eski din ve kültürlerinden birçok şeyi Müslümanlık maskesi takarak geleceğe miras bıraktığı bir vâkıadır. Mistik anlayışın da harmanlandığı geleneksel ve ulusal bir Türk dini, halk dinidir piyasada “din” adıyla sunulan. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.       

Peki, neden kadın konusu hep tartışılan, gündem olan bir konudur? İslâm yaşanmadığından. İslâm’ın yaşanmaması da, daha çok, İslâm’ın doğru şekilde bilinmemesinden kaynaklanmakta. “Atalar yolu”nu, aklını kullanmayan müşriklerin bâtıl dini ilan eden Hak Din, kör taklitçilik haline dönüştürülmüştür. Gelenekten devralınan örf ve âdet, Kur’an ve Sünnete ters düşse de İslâm kabul edilmektedir. Yalnız unutmayalım: İstismar ve zulümde iki taraf vardır. İstismar eden zâlim ve istismara uğrayan mazlum. Ezen ve ezilen; müstekbir ve müstaz’af. Mazlum, mazlumluğunu doğal kabul edip zâlime yardımcı olduğu müddetçe zulmün kendi kendine kalkmasını bekleyemez. Direniş olmadan nerede görülmüş zâlimin mazluma hakkını geri verdiği? Elbette erkek-kadın tüm Müslümanların da bu zulme karşı sessiz kalıp dilsiz şeytan olması, kendisine ateşin dokunacağı bir tavır(sızlık)dır. 

Olayın bir de ilginç arka planı olduğunu düşünüyorum. Sayılamayacak nimetlerine karşı Rabbine bile nankörlük yapmaktan çekinmeyen insan,  gerçekten çok nankördür.  Eşler açısından olayı değerlendirdiğimizde, kendisine kim ne kadar hizmet ediyorsa ona karşı o kadar fazla nankörlük yapmak insanın karakterinde var. Bu huy, vahiyle terbiye edilmezse insanoğlunun çevresini fesâda uğratması kaçınılmaz olur. Bu fesattan da kendini savunmakta acziyet gösteren ve fiziksel olarak güçsüz olan kimseler daha çok etkilenir. Fesâdın panzehiri ilimdir, yani Allah’ın öğrettiği, yani vahiy.  Fesad, temel olarak kâfirlerin; fesâdın zıddı olan salâh, yani sâlih amel de kurtuluşa erecek mü’minlerin vasfıdır. Evimizden sokağımıza, yaşadığımız ülkeden yeryüzüne kadar yayılmış olan zulüm ve fesâdın, fitne ve kargaşanın yok edilmesi için İslâm’ın doğru şekilde öğrenilip yaşanmasından başka bir çare yoktur.

Adâlet ve zulmü doğru tanımlamak gerekiyor önce, zulme tavır almak için. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermek; zulüm ise, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermemektir. Ayrıca, eşyanın, özellikle insanın konumunu doğru tesbit etmek, onu yaratılış amacına uygun değerlendirmektir adâlet. Eşitlik ise bazen (hatta çoğu zaman) adâlet değildir; eşitlik adıyla zulüm çağın mantı(ksızlı)ğıdır.     

 

Soru2.ZEYNEPDER: Asrı saâdet’e bakınca, görülen net bir kimlik var. Herhangi bir bulanıklık yok. Günümüzde Yaşanan bu bulanıklığın ve kimlik karmaşasının nedeni nedir?

Ahmed Kalkan:
Kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest/özgür hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimliklilik problemidir. Bu davranışlarıyla hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar yok değildir (hatta az değildir; daha önce azdılar, ama giderek azdılar). Bununla birlikte, bu kimliksizliği toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir. Hanımların, özellikle genç kızlarımızın toplumda dişilikleriyle değil, kişilikleriyle yer almaları gerekmektedir. Bazen bu hassâsiyet, hevânın dayanılmaz çekiciliğine kurban edilebilmektedir. Bu konuda cemaat çalışması yapan ve toplumda ağırlığı olan hanım hocalara büyük iş düşmektedir. Kendi çalışma gruplarında bu tür kimliksizlik veya çok kimlikli tavırlara müsaade etmemeleri, daha doğrusu kızlarımıza İslâmî kimlik kazandırarak kimlik problemini kökten çözmeleri gerekmektedir. Bunun yolu da, sahih bir din anlayışı, sağlam bir akîde, Allah korkusu ve O’nun rızâsını her şeyin önünde tutan bilinçten geçmektedir. Kızlarımıza bilgi vermekten de önce bu tür İslâmî kişilik kazandırmaya önem verilmeli ve bu kimlik her şeye önceliklenmelidir.

Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi, sahip olduğu değerlerden bazı şeyler sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi yönünde sürekli gelişen bir harekettir. “Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (yardımcıları ve dostlarıdır). Birbirlerine iyiliği emreder, birbirlerini kötülükten alıkoyarlar…”  Bu âyette açıkça bildirilen bu hizmet görevi, kadınların da belli ölçüler içinde toplumsallaşmasını şart kılmaktadır. Bununla birlikte toplumsallaşma konusunda da kimlik problemi ve aşırılıklar söz konusudur. Toplumsal bir kimlik; evini, eşini ve çocuklarını ihmal pahasına zamanının çoğunu toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik anlamına alınırsa bu doğru bir kimlik olamaz. Evindeki kimliksiz ve kişiliksiz bir yapının, hastalıklı bir şahsiyet özelliğinin intikamı şeklinde toplum hayatına olanca ağırlığıyla ve tüm zamanlarını kuşatacak şekilde katılmak çözüm değildir, sağlıklı bir tavır değildir.

Kadının cinsiyet olarak erkeği geçmesi, “anne” olmasıyla mümkündür. Mâlum, babanın hakkı bir iken, annenin üçtür. Cennet, babaların değil, annelerin ayakları altına serilmiştir. Ama, unutmamak gerekir ki, annelik sadece çocuk doğurmaktan ibâret sayılamaz. Esas önemli olan eğitimcilik yapmak, topluma Müslüman evlatlar kazandırmaktır. Her dâvâ adamının arkasında onu destekleyen bir hanım belki yoktur, ama ailesinin desteğini ve yardımını arkasında hisseden bir erkeğin dâvâsına katkısı diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar büyük olur/olabilir. Bu yargı, dâvâ insanı hanımlar için de aynen geçerlidir. Bütün bunlar, önce dâvâyı ailede hâkim kılmayı, şeriatı önce evimizde uygulamayı, önce evimizde kimlikli, uyumlu bir yaşayışı sağlamayı gerekli kılmaktadır. Evine kapanıp toplumdan koparak dâvâ bilincine ve dâvetçi kimliğine sahip olmak mümkün olmadığı gibi; faâliyet, hizmet, dâvâ diyerek, hanımların bütünüyle evlerinden kopmaları da onları kimliksizleştirecek, ya da erkek kimliğine büründürecek, fıtratlarına yabancılaştıracaktır.
           
Asr-ı saâdet insanı her şeyden önce muvahhid (tevhid insanı, Allah askeri) idi. Onlar, imanla ahlâk arasında kopmaz bir bağ olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre ahlâk ve amelden bağımsız tevhid olamazdı. Günümüzdeki gibi tevhid, sadece siyasî bilinç (hatta bilinç bile değil; söylem)den ibaret değildi onlar için. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın hiçbir âyetinde sadece iman edenlerin cennete girecekleri vaad edilmiyordu. Onlar biliyorlardı ki, inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. Onlar biliyorlardı ki “insanlardan bir kısmı ‘iman ettik’ derler, hâlbuki onlar iman etmiş değillerdir.”  Haklarında böyle denilen münâfıkların özellikleri, hadislerde hep ahlâkî problemler olarak sayılır.

İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. İtikad ve ibâdet şirki kısmen bilindiği halde, ittibâ şirki nedense hemen hiç gündeme getirilmez. Aslında, bırakın câhilî eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden, şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar “Müslümanım”  diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.

Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa), diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”  Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. “Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!”  diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.  “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”  Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Halkın çoğu, eski kavimlerin peygamberlerini yalanlamaları gibi son peygamberi de yalanlıyordu. Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, ashâb denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?! Yani, özetle; iman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz.

 Demek ki, mutluluk çağının insanı, tevhidi içselleştirdiği ve imanı bütün hayatına hâkim kıldığı için Müslüman kimliğe net bir şekilde sahip olmuştu. Gümüzde yaşanan bulanıklığın temel sebebi ise, Müslüman kimliğinin insanı inşâ edecek tarzda belirginleşememesidir. Yani, kurtaracak imana sahip olamayış ve iman ettiği gibi yaşamayıştır kimlik sorunu dediğimiz anaç problem.

 

3. ZeynepDer:Müslüman hanımın misyonu çerçevesinde günümüzde Müslüman hanımı nereye oturtabiliriz?
    Ahmet Kalkan:“
Başköşeye oturturuz” demeyi çok isterdim. Erkeğiyle, hanımıyla müslümanın bugün bir yere oturması değil; belini doğrultup kalkması, ayaklanması gerekmektedir. Ne çektiysek zaten oturmaktan, yatmaktan çektik. Âkif’in dediği gibi, “bugün gülmeye değil; ağlamaya bile vaktimizin olmadığı” bir gündür.

Nereye oturtabiliriz? Müslüman hanımın misyonu çerçevesinde günümüzde Müslüman hanımların çok az bir bölümünü İslâmî hareketin merkezine oturtabiliriz. “Zamanın Zeynepleri” gibi kemiyet yönüyle az, ama kalite yönüyle öz hanım kardeşlerimiz, sancağı erkeklerden daha yükseklere ulaştırmanın destansı gayretini gösteriyorlar. Asırlardır sosyal hayattan, İslâmî çalışmalardan, dâvâdan, hatta câmilerden uzaklaştırılan Müslüman kadın, kimliğini kazanıp hayırda erkeklerle yarışacak düzeye geliyor.   

Müslüman hanım, geleneğin haremlik-selâmlık, kaç-göç anlayışı ile modernizmin her konuda özgürlükçü, adâlete ters düşse de eşitlikçi ve hatta feminist anlayışı arasında dengeli bir yol bulma çabası içinde. Evinde dış dünyaya kapalı olmayı haklı olarak kabullenemeyen günümüz Müslüman hanımı, kendi İslâmî kişiliğiyle toplumda nasıl yer alacağı arayışı içinde. Bu konuda müslümanca bir gelenek oluşturmamız epey zaman alacak gibi geliyor. İfrat ve tefritlerden henüz kurtulmuş değiliz. Ama olumlu gelişmeler hiç de azımsanacak gibi değil. Ben, hiçbir zaman umudumu yitirmedim; şimdi ise eskisinden daha fazla umutluyum.
 
Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır: “Mü'min erkekler ile mü'min hanımlar birbirlerinin velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.”  Bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır. 

Kadının toplumsal hayata katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. İslâm, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur, güzel ve faydalı yaşayışın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır, iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü, saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû ihtiyaçlarını ve hayatî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artınca görüşmeler de artabilir, ihtiyaç ve maslahatlar azalınca karşılıklı görüşmeler de azalabilir.

İslâmî yükümlülükler ve tevhid emaneti yönüyle, yeryüzünde halifelik misyonunu üstlenmek için kadın-erkek ayrımına yer vermeden tüm insanlar olarak sorumluluklarımızı kuşanmak zorundayız. Hanımlarla erkeklerin İslâmî hareket, ilim ve tebliğ çalışmalarında nasıl yardımlaşabilecekleri konusunda geleneksel ve modernist yöndeki aşırılıklardan kaçınarak uygun yolu bulmalı ve bunu sistemleştirmeliyiz. Toplumu güzelleştirme, İslâmî değişim ve dönüşümü gerçekleştirme hedeflerimiz, insanlığın yarısını, velâyet/velîlik bağıyla bağlı olduğumuz karşı cinsi yok sayarak gerçekleşemez.

Dâvâ insanı Müslümanlar olarak, inancımız gereği olan tevhîdî hayat tarzını sadece birey olarak yaşamamız yetmeyecek, dâvâmızı çevremize yaymak için meşrû cemaatler, birliktelikler de oluşturmamız gerekecektir. Çünkü İslâm, tüm alanlarıyla tek başına yaşanacak bir sistem değildir. Bunun için de halkın yanlış din anlayışlarını, toplumsal câhiliyyeyi ve tâğûtî düzeni İslâmî değişim ve dönüşüme tâbi tutmak amacıyla tevhidî mücâdeleyi kadın-erkek hep birlikte yüklenmemiz şarttır.

Bu konuda geleneksel yaklaşımların ve tarihsel yanlış birikimlerin zihnimizi ve gönlümüzü, elimizi ve kolumuzu bağlayan şartlanmışlığını cesaretle terk etmemiz, atalar yolundan ve kör taklitçilikten ayrılmamız gerekmektedir. Aynı zamanda modernizmin sınır tanımayan özgürlüğüne ve hevâî arzuların dayanılmaz isteklerine giden yola da en küçük çapta meyletmememiz icap etmektedir. Kur'an dışı sistemlerin etkisini aşarak Kur'an ve sahih sünnet bütünlüğünden çıkaracağımız ilim, eylem, sosyal faâliyet ve mücâdele metodunu hayata uygulamak gibi zor bir görevle sorumluyuz. Bu emaneti hakkıyla tanıyıp taşıyabilen öncüler olabilmemiz için Müslüman erkeğin öğrenme ve mücâdelesi kadar, Müslüman kadının da gayret göstermesi, öncelikle fikrî açığını ve açlığını gidermesi, Kurânî bilgi ve tevhidî eğitim alarak Rasûlün örnekliğiyle güncel sorumluluklarını îfâ etmesi gerekmektedir. Toplumdaki yanlış inanışları değiştirmek, siyasî ve ahlâkî fitneyi kaldırmak, yerine Allah’ın indirdiği nizamı gücünün yettiği oranda yaşayıp toplumun çeşitli alanlarına yaygınlaştırmak hedefinin zorunlu gerekleridir bunlar. Bu görevleri yerine getiremeyen kadın, İslâmî harekete katılamayacağı gibi, hareketin gelişimini engelleyici bir rol de üstlenebilir. Toplumun yarısını teşkil eden hanımların ilmî, fikrî gelişimini sağlayacak ortamların hazırlanmaması ve onların dâvetçi, tebliğci dâvâ insanı mücâhideler olarak yetişip toplumda yer alacak tarzda imkânlar hazırlanmaması dünyada ümmetin zilletinin önemli bir gerekçesidir.

Yirmi birinci yüzyılda artık, hanımların tümüyle evlerine kapanması beklenemez. Okul hayatı, sosyal hayatın gerekleri, evlerin bile medyatik aygıtlar, bilgisayarlar sayesinde dış dünya ile büyük çapta ilişkisi hanımların yarınki sosyal hayata tümüyle hazırlanmasını şart kılıyor. Müslüman aileler olarak, bırakın yarınların şirk, küfür ve isyanına karşı tavır alabilecek ve onlarla mücadele edecek nesil yetiştirmeyi, günümüzdeki tuğyâna karşı müslümanca duruş sergileyebilecek gençler yetiştiremiyoruz. Bu konuda yardımını alacağımız yeterli teşkilatlarımız yok, araç gereçlerimiz yok. Hz. Ali’nin dediği gibi, çocuklarımızı bugünkü hayata göre yetiştirirsek onlara yazık etmiş oluruz. Onları yarınlara göre, yaşayacakları zamanın gereklerine göre yetiştirmek zorundayız. Müslüman hanımların tarihsel süreç içinde evlerine kapanıp ilimden, cihadın tüm şubelerinden, İslâmî gayret ve faâliyetlerden mahrum bırakılıp pasifize edilmesinin sebeplerini sorgulamak zorundayız. Bu sorgulama sonucu, yüzlerce yıllık ihmalin neticesi olan ihtiyaçlarının tespit edilip çözümlenmesi gerekmektedir.

Hanımların desteklemediği, katılmadığı bir mücadelenin başarı şansı çok zayıftır. Şuurlu ve ilim sahibi Müslüman hanımların yön verdiği, önderlik ettiği hanım çalışmalarına büyük ihtiyaç vardır. Bugün bu ihtiyacın zarûrî boyutta olduğu geç de olsa anlaşıldığından, büyük dernek, vakıf ve teşkilatlar hanım çalışmalarına ağırlık verme ihtiyacı duyuyorlar. Hanım çalışması da yapan teşkilatlardaki en aktif, istikrarlı çalışmalar hanımlar tarafından yürütülüyor. Bu, uzun senelerdir tedavi edilmeyi bekleyen hastaların ilaca, doktora hasretinin sona ermesi gibi bir şey. Hanımlar da yüzlerce senedir yeterli ilimden, aktif çalışmalardan, cihaddan mahrum bırakılmanın ezikliğini üzerlerinden atma heyecanlarının sonucunu devşiriyorlar. İslâmî çalışmalar yapan erkeklerimizin çoğu yoruldu, psikolojik baskıların altında gevşedi, iş hayatının kapitalist çarkları altında ezildi, biraz (biraz ne kelime, çok fazla) dünyevîleşti. Böylece hanımlara yer açıldı. Bazı hoşlanmadığımız şeylerde de hayrın olduğu ortaya çıktı. Bayrağı kimi yerlerde hanımlar devraldı.

Bunun sevindirici yanları elbette çok. Ama bütün bunlar, çalışmaların yeterli olduğu anlamına gelmiyor elbet. Yüzdeye vursak hanımların kaçta kaçı bu çalışmalara katılmaktadır? Hanımlarla erkekler arasında yardımlaşma konusunda hâlâ ciddi problemler var. İslâmî çalışma adı altında yer yer hurâfelerin oluşturduğu bir din anlayışının ya da çağdaş hurâfe diyebileceğimiz şekilde tümüyle modernist ve yer yer feminist yaklaşımların  yön verdiği çalışmaların olması, hiç olmamasından daha iyi değil.

Hanım çalışmalarını tümüyle hanım hocalar, hanım rehberler yürütmeli, dersleri onlar vermeli, seminer ve faâliyetleri sadece onlar üstlenmeli. Bu, hem fıtrata daha uygundur; insan hemcinslerinin dilini daha iyi anlar, onların yanında daha rahat olur; hem de kuşku ve fitneler daha doğmadan yok edilmiş olur. Bununla birlikte yetişmiş hanım hocaların erkeklere oranla sayıları yok denecek kadar az. Gel de, “illa bir üniversitede okuyacağım” diye tutturan, başörtüsünü üniversite için engel gören ya da görmeyen idealist kızlarımıza kızma! Kızım, senin başörtüne bile düşman olan (ya da sırf oy için sanki çok büyük bir lütuf imişcesine ve sadece üniversitede ve sadece başörtüsü yasağını kaldırmakla övünecek olan iktidarın), temeli vahyi toptan red ve inkâra dayalı eğitim sistemine kendini mahkûm sayma! Sen, eğer Allah için okuyup okuduğunu Allah yolunda kullanacaksan, üniversiteler ve sonrasında o diploma ile yapacağın işler buna hiç de müsait değil. İlim, Kur’an’ın tanımıyla vahiydir, Allah’tan gelendir. Bırakın insanı müşrik yapma görevi üstlenen sözüm ona bilimi, “faydası olmayan ilimden bile Allah’a sığınan”  bir Rasûlün ümmeti kızlarımız, bugün farz-ı kifâyeden çıkmış ve farz-ı ayın haline gelmiş olan “hoca hanım” olma görevlerini ihmal etme lüksüne sahip olamazlar. Bugün toplumun, cahil bırakılmış hanımların, “hoca hanım”lara o kadar ihtiyacı var ki… Teşkilatlarımızın, cemaatlerimizin, yanlış hocalar elinde fıtratından uzaklaştırılmış ya da yozlaştırılmış kızlarımızın bu kurtarıcı soluğa ihtiyacı hayatî öneme sahiptir. Tefsir dersi verecek kaç tane hanım hocaya sahibiz? Gerçekten İslâm Akaidini özümseyip Akaid dersi verecek Sabiha hanımlar gibi kaç hoca hanımımız var? Kadınların yığılmış bunca sorularına tatmin edici şekilde cevap verebilecek ve problemlerine çözüm üretecek çapta kaç hanım hocamız var? Soruları çoğaltabiliriz. Öyleyse bu ihtiyaçların farkında değilse bir üniversite adayı başörtülü kızımız bu nasıl şuurdur? Farkında olduğunu düşündüğü halde kendine nasıl bir görev düştüğünü bilmiyorsa bu nasıl dini anlayıp yaşamadır?

Geçiş sürecinde elbette erkek hocalardan da yararlanılabilir. Ashâbdan Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde husûsunda) erkekler bize gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara özel bir gün ayırdı. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu…”
 
Peygamberimiz, hanımlar konusunda erkeklere şu emri vermiştir: “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz.”  "Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin)."  Bugün, mescidler, asr-ı saâdetteki fonksiyonlarının hemen tümünden mahrum bırakılmış durumda; yaşadığımız coğrafyadaki tüm imamlar devlet memuru, tüm mescidler de devlet dairesi haline gelmiş durumda. O yüzden mescidlerin yapması gereken özgür İslâmî faâliyetleri dernek, vakıf ve benzeri cemaat kurumları üstlenmektedir/üstlenmelidir. Hanımların bu tür çalışma yerlerine gitmek istemelerine yasak koymak, Rasûlullah’ın emrine ve sünnetine ters düşmektir. Tam tersine, erkeklerin kendi hanımlarına yeterli vakit ayırıp onları yetiştiremediklerinin vebalini hafifletmeleri için, onları kendi yerlerine yetiştirecek mekânlara teşvik etmeleri Müslüman olarak kesin görevleri arasındadır. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi/ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”   

Hanımların ihmalinden ve hanımların eğitimine yönelik İslâmî kurumların oluşturulamamasından da kaynaklanan sebeplerle İslâmî mücâdelede gerek bilgi, gerekse tecrübe açısından erkeklerin birikimi daha fazladır. Ve bu birikimlerden, tecrübelerden Müslüman hanımlarımızın da faydalanması zorunludur. Kadınların her alanda olduğu gibi, İslâmî faâliyet sahasında da erkeklerden tamamen ayrı yaşaması ve aralarına geçilmez duvarlar tesis edilmesi ifrat çizgisidir. Geleneksel kesimin din diye sarıldığı bu yanlış örf düzeltilmeli ve aşılmalıdır. Ancak, geleneksel düşünce eleştirilip aşılmaya çalışılırken ikinci bir yanlışa düşülmemelidir. Müslüman kadınların kendi aralarında iletişim kurma, çalışma yapma ve faâliyet gösterme imkânları varken ve bu yeterliliğe sahiplerken bu imkânı kullanmayıp erkeklerle birlikte denetimsiz, örneklik teşkil etme açısından bütünlükten kopuk ve sorumsuz ilişkiler kurulması veya çalışmalar yapılması gereksiz ve beraberinde sakıncalar taşıyan bir durumdur. Bu irtibat ölçülülük, saygı, iffet duygularıyla kurulan denetimli ve sınırlı bir ilişkiye dayanmalıdır. Bu konuda güzel bir geleneğe, İslâmî, Kur’anî bir örfe sahip değiliz. Çok kısa bir zaman diliminde asr-ı saâdette oluşan bu kadın-erkek yardımlaşması ve dayanışması, 1300 yıldan fazla bir zamandır olması gereken yere bir türlü oturtulamamıştır. O yüzden bu güzel sünnetin oluşması için takvâya daha bir özen göstermeli, modernizme ve şeytanî dürtülere giden yolu tümüyle tıkamak için çok hassas olmalıyız ki, kaş yaparken göz çıkarmayalım. Bu konuda bir yanlış tavır, bundan sonraki güzel çalışmaların önünü de tıkayacak, çok uzak çevrelere bile zararı dokunacaktır.
Soru:4. ZeynepDer:Hocam, özellikle öğrenmek istediğimiz bir konu da, “iyiliklerin hâkim olması için” Müslüman hanıma düşen rol günümüzde nasıl çerçevelenebilir?

Ahmed Kalkan:
Müslüman hanım, sadece çocuk doğurmaz, toplumu doğurur. Beşiği sallayan el, toplumu yetiştiren, dünyayı yönlendiren eldir. Anne ile terbiye, Müslüman hanım ile eğitim ayrılmaz birer ikilidir. Ana’dan daha güzel öğretmen, evden daha iyi okul o-la-maz! “İyiliklerin hâkim olması için” Müslüman hanım ne yapmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icrâ edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”  Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Çok yönlü mobil hizmet alanları oluşturulmalıdır. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor. Dernekler evlerin alternatifi değildir. Aynı zamanda evlerin cemaat faâliyetlerinde mutlaka zaman zaman da olsa kullanılmaları çok önemlidir.

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştir(e)mediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına (okullara, resmî kurumlara, gayri İslâmî çevre ve eğlence araçlarına) havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.     

İyiliklerin hâkim olması için Müslüman hanıma düşen ikinci rol: Diğer çocukları, gençleri ve insanları “anne” fedâkârlığı, sevecenliği, kucaklayışı ile eğitmeye çalışmak. Bunun için de her şeyden önce kendini yetiştirme gayreti gerekiyor. Büyükleri yetiştirmekten çok daha kolaydır, verimlidir taze fidanları fıtratları istikametinde doğrultmak. Kendi çocuğuna, akrabasının ve komşusunun çocuğuna öğretmenlik yapamayan Müslüman idealist hanım, işe yanlış yerden başlıyor demektir. 

İyilikleri topluma hâkim kılmak isteyenler olarak, önce o iyiliklerin kendi nefsimizde hâkim olmasına çalışmalıyız. İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak, sadece dâvâ insanlarında değil, bizzat dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir kimseden güzel söz işitir de onun çirkin davranışlarına şâhit olursa, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan tereddüde kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. Din dâvetçilerine olan itimatlarını yitirdikten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz. Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz;  ölüdür, muhâtabına tesir edemez. Bir insan, ağzından çıkan sözün canlı bir örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimad eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir.

Kendisi hasta olan bir doktorun, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” gibi deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.

Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.

Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münâfıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eğilimindedir.

İnsan, karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söylenen sözün hâle tercüman olmasıdır. Câmi, hâl diliyle durmadan namaza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz vakitlerinde tercüman olur. Bir mü'min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hâl diliyle durmadan İslâm'a çağırır. Onlara bir şeyler söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. "Eğer biz,  İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızda ortaya koysak, diğer dinlerin bağlıları ve uydurma din diyebileceğimiz demokratlar, laikler, kemalistler, grup grup İslâmîyet'e girecektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e toptan gireceklerdir." Biz hep beraber İslâm'a uygun bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm'ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân edebilsek nice insanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu yapmamakla kim bilir kimlerin dalâletine, İslâm'dan uzaklaşmalarına yahut en azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.

"Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma."  Yârabbi, Sen bizi İslâm'ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; bizi gösterip de: “bunların temsil ettiği dâvâ, ne kadar doğru ve güzel olabilir?” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler.
   
Bir dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu kötü temsil edenler verir. Milyarlarca insan, İslâm'dan mahrum yaşıyorsa, kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşanamadığındandır. Dünyanın en kötü bir ürünü, iyi bir ambalaj yardımıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri bulunabilir. Dünyanın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de, meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde masaya başınıza fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sıfıra yaklaşacaktır. Yüzü sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bulamaması da aynı konu ile ilgilidir.

Haklı olmak yetmez; hakka sahip çıkıp, hakkıyla hakkı savunmak da şarttır. Haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği emretmemiz de yetmez; bâtılı yaşayarak bu görev yerine getirilirse, yine haksız duruma düşmüş oluruz. Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz. En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. “İnsanları Allah’a dâvet eden ve kendisi de sâlih/iyi amel işleyen ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” 

Başörtüsü ile kamusal alanda bulunmak bile bugünkü kadınların cihadı sayılabilir. İslâm düşmanları, sırf kendilerine Allah’ı hatırlatıyor diye kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi, ölümüne susamış o hayvan gibi saldırıyor. O aklını kullanmayanları daha bir deli etmenin yollarından biridir tesettürle ve Müslüman hanıma yakışan vakarla sosyal hayatta müslümanca rol almak. Toplumda iyiliklerin hâkim olması için iyilerin en az kötüler kadar cesur olmaları da gerekmekte. Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?"  diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.   

Önceki sorulara verdiğim cevapta toplumsal hayatta ve emr-i bi’l-ma’rûf görevinde Müslüman hanımların konumlarına yer yer temas etmeye çalıştım. İyiliği hâkim kılmak tek tek bireylerin altından kalkabileceği kolaylıkta değil. Biz, ancak gücümüzün yettiklerinden sorumluyuz. Ailemizden, çevremizden, derneğimizden… Oralara gerçek iyiliği hâkim kılma gayretinde bulunmak ve bunu giderek yaygınlaştırmaktır bizden beklenen. Ayrıca mutlaka cemaat çalışmalarına katılmak ve tek tek kendimizin yapamayacağımız görevlerimizi Allah’ın rahmetinin üzerinde olduğu cemaatlerimiz vasıtasıyla yapmaya çalışmamız gerekiyor. Bu, aynı zamanda bizim de geri adım atmamamız, seviyemizi daha yükseltmemiz ve grup/cemaat kimliği kazanmamız açısından da önemlidir. Haftada en az bir gün, kadın veya erkek olalım, mutlaka Allah rızâsı için bir araya gelip bir birlik oluşturmalı, cemaat çalışması ve dersler yapmalıyız. Ama insanları derneğimize, grubumuza davet etmekten, grubumuzu dinimizin önüne geçirmekten, yani tefrikacı olmaktan şiddetle kaçınmalıyız. Fussılet sûresi 33. âyette bildirilen “Allah’a dâvet”, “sâlih amel” ve “ben Müslümanlardanım” (başka bir grubun ismiyle isimlenmeye râzı olamam) demek gibi temel özelliklere sahip olmalıyız ki dâvetimiz ve çalışmamız Rabbânî olsun ve Allah’ın yardımına paratonerlik etsin.     

 Soru;5. Zeynepder:Müslüman hanım açısından baktığımızda, hem mevcut yasalar açısından ve hem de geleneksel anlayış açısından iki önemli probleminin var olduğunu görüyoruz. Mâlumunuz bir tarafta yasaklar ve diğer tarafta sosyal yaraların sarılması noktasında yapılabilecek işlerden el çektirilen bir anlayış... Bu noktada bizlere önerileriniz, önümüzü daha net görmede bize yardımcı olacaktır.

Ahmed Kalkan:
Mevcut yasalar açısından problemler sürpriz sayılmamalı ve fazla şikâyet edilmemeli. Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmeyen, Kur’an’ın hiçbir emri önemsenmeyen ve tâğûtî kanunlarla yönetilen bir düzende elbette müslümanca yaşayışın önünde nice yasaklar olacaktır. Ama unutmayalım, Kur’an, peygamber kıssaları ve son peygamber tek önderimiz ve onun ashâbını, bu örnek şahsiyetlerin verdikleri mücâdeleleri anlatımıyla bizi çok daha büyük zorluklara hazırlamaktadır. “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”  diye Cennetin bedelinin bu zorluklara katlanmak olduğu vurgulanmaktadır. İbrâhim (a.s.) Nemrut’la, Mûsâ (a.s.) Firavunla, Muhammed (a.s.) Ebû Cehillerle nasıl mücâdele etmek zorunda kaldıysa, daha doğrusu o zâlimler peygamberlere nasıl zulmetmek istedilerse benzer bir durum, her dönemde ve her coğrafyadaki her Müslüman için söz konusudur. O yüzden bu problem, sünnetullahtır; hak din ile tâğutların dini arasındaki mücâdele. Bu mücâdelede tâviz vermemek, Rabbânî metodla yılmadan, korkmadan uzlaşmacı çizginin karşısında dimdik durmak gerekmektedir.

Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları;  mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.

Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler:  Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir.

Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!
 
Diğer problem olarak da sosyal yaraların sarılması noktasında yapılabilecek işlerden el çektirilen bir anlayış konusunda düşüncelerimi soruyorsunuz. Bu konuda yukarıda yaptığım açıklamalarda görüşlerimi sunduğumu sanıyorum. Yine ilâve etmek gerekirse şunları söyleyebilirim: Bu, sadece Müslüman hanımların değil; aynı zamanda erkeklerin de problemidir. Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapmaların din haline getirildiği, atalar yolun da diyebileceğimiz ve âdetlerin ibâdetleştiği konu.

Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir, taassup yani bağnazlık denir.

"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler...”  Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. “... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”  Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor.

Kur'ân-ı Kerim "atalar dini"ni mâzeret gösterenlere karşı: "... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!"  şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.  Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah'a karşı iftiraya  ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.  İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınlarını, babalarını ve kardeşlerini dahi velî/dost edinmemelerini istemiştir. 

Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eksiltme, artırma, bid'at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymış ve tarihin (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı" konumuna getirmişlerdir.

Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla "doğru kabul edilen" şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde "gerçekten doğru"  olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur'an'dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur'an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. "Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç."       
       
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.       

Nice konularda olduğu gibi, kadın konusunda da Kur’an’la uyuşmayan birçok hadis uydurulmuş, Kur’an’a ters görüşler din adına ortaya atılmış ve kadını aşağılayıcı uygulamalar din adına ortaya konulmuştur. Kur’an’ın büyük bir devrimle kadın haklarını yerleştirmesi ve asr-ı saâdetteki kadınların hemen her konuda erkeklerle aynı haklara sahip olması gibi prensipler zamanla yozlaştırıldığı ve aslî çizgisinden saptırıldığı halde, evet bütün bunlarla birlikte, Ortaçağdaki Batıda ve tüm dünya ülkelerindeki uygulamalarla karşılaştırıldığında kadınlara en az haksızlık müslüman toplumlarda ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, kadını aşağılayıcı mâhiyette olan sözleri, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve kadın haklarını topluma yerleştirmede büyük gayretler sarfetmiş Hz. Peygamber’in söylemiş olması asla mümkün değildir.     

Kadını ikinci sınıf varlık gören, erkeği dünyada ve âhirette üstün sayan, bunun sebebini de savaş gücünün olmasında, Cuma namazına iştirâk edebilmesinde, sakallı ve sarıklı olmasında bulan bir düşünce ile; üstünlüğü takvâda gören Kur’anî anlayış elbette bağdaşamaz. Geleneksel değerlendirmeler, maalesef bize, üstünlüğün takvâda olduğunu vurgulayan İslâm değerler yerine; kadını hor gören, ikinci sınıf varlık sayan câhiliyye düşüncelerini hatırlatmaktadır.

Kadın, fitne unsuru sayılmış, toplumsal hayata, hatta mescide ve din öğretimi için bile gitmesine izin verilmemiştir. Aslında tesettür, takvâ giysisi, yani hicab, hayâ, edeb zâten kadının fitneye yol açmadan topluma katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp olarak Şâri’ tarafından emredilmiştir. Ve tesettür, gözleri sakınma yükümlülüğü, sadece kadınlar için değil; erkekler için de vardır. Hatta bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki, nasıl erkekler için kadınlar bir fitne ise, kadınlar için de erkekler bir fitnedir. Fitne de Kur’an’da daha çok imtihan anlamında kullanılmaktadır. İmtihan olduğumuz nesneyi ortadan kaldırarak imtihanı kazanma açıkgözlülüğü imtihandan kaçma anlamına gelmektedir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır. Zaten Kur’an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur. Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde toplumsal olanla ilgilidir.

Gerçi İsrâiliyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, “toplumun selâmeti ve kendisinin de hayrına olacağı üzere” kadının sokağa çıkmaktan kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda meramını anlatışı bile, fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması, bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek kızın adının yazılmayışıdır.

Bununla birlikte, çeyrek tesettürlü diye adlandırılan, üstü Mekke altı Paris diye karikatürleştirilen başörtülü çıplakların, politikacı eşleri olan ablalarının açtığı çığırdan ve beyaz masadaki, kasa başındaki, mağazadaki tezgâhtar kızların mankenlere özenen kıyafeti, makyajı ve serbestisi içindeki tavırlarını örnek alan ve Hadiceleri, Âişeleri, Fâtımaları sadece nutuk atarken dillerine dolayıp onlara benzemeye hiç niyeti olmayan kızlarımızın fitne olmadıklarını söylemek elbette mümkün değil… İşi gücü çarşıda gezmek olan, giysileri ve tavırlarıyla “bak bana!” diye erkeklerin gözlerine dâvetiye gönderen bazı başörtülü bayanların fitne unsuru olmadıklarını iddia etmek de mümkün değildir. Ama, bu çirkinlikleri İslâmî çalışma yapan muttakî hanımlara da şâmil kılmak ve böyle davrananlar yüzünden samimi Müslümanları da toplumsal İslâmî çalışmalardan uzaklaştırmanın kendisi ayrı bir fitnedir diye düşünüyorum.

İslâm’a yapılan saldırılarda, bu dinin kadınların okumasını uygun bulmadığı iddiâsı sıklıkla kullanılır. Bunun için de Hz. Âişe’ye atfedilen şu hadis rivâyetine sıklıkla başvurulur: “Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”  Kadınlara okuma yazma öğretilmemesi, onların yanlış şeyler okuyup yazabileceği, yazı vâsıtasıyla yabancılarla temas kurabileceği, mektuplaşabileceği gibi gerekçelere dayandırılmıştır. Oysa, ilim öğrenmenin hem erkeğe hem kadına farz olduğu bilinir/bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’e göre, bilenlerle bilmeyenler hiçbir zaman bir tutulmazlar.  Ve Rasûl-i Ekrem, ilim için bir yola giren kimseye Allah’ın cennet yolunu kolaylaştıracağını  belirtmiştir.

Dindarlık adına veya dindarlığı öne sürerek kadınlara ilim yolunu kapatmak isteyenler ise, İslâm’a saldıran yarı aydınlara ve müsteşriklere hizmet etme yolundan, dine iftira atmak ve kadınların cehâletinin vebaline ortak olmaktan öte gidememişlerdir.
   
Yüce Allah, ilk emrini "Oku!" olarak indirirken, kadın-erkek ayrımı yapmamıştır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"  derken de cinsiyet ayrımı yok. "Allah'tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar."  âyetinde Allah "kulları" kelimesini kullanıyor; bu kelime de kadın ve erkeği içine alıyor. Kur'an âyetlerini tefsir eden, hadis rivâyet eden, hukukî konularda görüşüne mürâcaat edilen kadınlarımızın sayısı az değildir. Halife Hz. Ömer'in halka konuşurken yaptığı hukukî bir hatayı düzelten kadın sahâbeyi hemen hepimiz biliriz. "İlim, her müslüman erkek ve kadına farzdır." hükmüne dayanarak İslâmî bir devlette zarûrât-ı dîniyye dediğimiz ilimlerin beşikten mezara kadar her ferde öğretilmesi zorunlu kılınmıştır. Günümüzde hiçbir devlet on sekiz yaşına kadar öğretimden kaçmayı başarmış birine bu yaştan sonra okumayı ve eğitimi zorlayamaz. Ama İslâm devleti, her imkânını kullanarak ölüm ânına kadar dinin gerekli bilgilerini insana ulaştırmak mecbûriyetindedir. 

Tabii, kadının ve genç kızın okuma ve tahsil hakkını savunurken, bugünkü İslâm dışı zulüm düzeni içinde tesettürüne bile müsaade edilmeden ve daha önemlisi vahyi reddeden bir eğitim sisteminde câhilî eğitim almasından bahsetmiyoruz. Biz, Müslüman bir bayanın müslümanca eğitim hakkında bahsediyoruz.

Toplumsal hayata gerektiğinde ve gerektiği kadar müslümanca giren hanımları kınamaya kimsenin hakkı yoktur. Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin devrinde;

Müslüman kadın, Rasûlullah’ın mescidinde cemaate katılır, yatsı ve sabah namazı kılardı. Cuma namazına giderdi. Küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah ile beraber olurdu. Rasûlullah’ın müezzini tarafından duyurulan çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı. Müslüman kadınlar, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan, kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemişler ve bu istekleri kabul görmüştür. Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah’a giderek özel ve genel konularda O’na soru sorardı. Müslüman hanım, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakındırırdı.

Müslüman bayanlar, Rasûlullah’la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara da yemek ikram edilirdi. Kocasıyla beraber, gelen misâfirin sofrasına oturup akşam yemeği yerdi. Hatta düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet eder ve Rasûlullah’a güzel içecekler ikram ederdi. Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber savaşlara katılır, su dağıtır, yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine’ye taşırdı.

Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşında şehid olması için Rasûlullah’ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun için duâ eder ve o da o cihada katılıp şehid olurdu. Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber bayram namazını kılar, Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi. Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder; iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı. Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.

Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah’ın hanımlarına mahsustu. “...Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin...”   Diğer ashâbın hanımları bu konuda mü’minlerin annelerine uyma gereği duymamışlardır.  Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı. Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır. İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.

Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır. Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir; kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında kadın erkekten geri kalmamıştır. Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise; hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Müslüman kadın, siyasî işleyişe, statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu. İlk şehidin de bir Müslüman kadın olduğunu unutmayalım. Selâm olsun Sümeyye’ye ve zamanın Sümeyyelerine.

Haremlik-selâmlık meselesine gelince: Kadının sosyal hayatta yer almasına İslâm izin verir, hatta sadece izin vermekle kalmaz, kadın-erkek müslümanların görevi kabul ederken haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle birlikte İslâmî hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle birlikte birçok konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans'tan adapte edilerek alınmış bir uygulamadır. Kral saraylarının haremlerine doldurulan çok sayıda güzel bayanın saraydaki erkeklerden korunması amaçlıdır. Sonra sarayları örnek alan vezirler, paşalar ve zenginler de modaya uyarak onlarca câriye ve nikâhlı eşlerine haremi, haremlik hayatını uygun görmüşlerdir. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur. Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması demek olan haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam tersine; kadının sosyal hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve Müslim'de yer almaktadır.

Haremlik-selâmlık konusunun İslâm'a nasıl mal edildiğini anlamak için, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu âyete dayanılarak haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum tüm ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur’an’ın ortaya koyduğu bir kurum değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil; aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki, “mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar.”  “Velîler/dostlar” demek, birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kur’ân-ı Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur’ân-ı Kerim’in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği sözkonusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak câhil kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan bir annenin çocuğunun da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.

Haremlik ve selâmlığa delil olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır. “Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde arkasından isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temiz bir yoldur.”  Böyle bir yola başvurulup onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi, davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir “ifk” hâdisesinin yol açtığı fitne, Medine’de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.

Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde ettikleri, bazılarının, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri bilinmektedir. İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber’in vefatından sonra hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş;  O’nun hanımlarının mü’minlerin anneleri olduğunu belirtmiştir.  Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla oturup vakitlerini ibâdetle geçirmeleridir.

Ancak, doğrudan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira, Kur’an bu iki cinsin bir arada bulunmasını, ma’rûfu/iyiliği emredip münkerden/kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim, hem mü’min erkeklere hem de mü’min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini îmâ etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine sahip olmalarını emretmektedir.  Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir. Peçe, Müslüman hanımın yüzünden önce, Müslüman erkeğin gözüne yakışmaktadır. Yüzünde haramların izi olmayan kızlarımız, gözünde haramların isi olmayan erkeklerimiz, takvâ elbisesiyle süslenmiş gençlerimiz, hayâsız çağın kurtarıcı mimarları olmaya adaydırlar.

İslâm’ın tesettür  ve gözleri sakınma  emrinin hikmeti, kadının toplum hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte, müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama bunu İslâm’n emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid’attir; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur. 

Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile, kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte, ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede "dişiliğiyle değil; kişiliğiyle" yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların “hoş geldin!” demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların birbirlerine darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır.

SORU;6. ZEYNEPDER;Özellikle ülkemiz açısından baktığımızda İslâm adına yapılan yanlışlar sayılamayacak kadar çok… Bunun sebebi nedir sizce?

AHMED Kalkan:
İslâm’ın bilinmediğinden. Uğruna canını verecek kadar dinini seven insanımızın önemli bir kısmı maalesef dinini doğru tanımıyor. Din diye hurâfelere, atalarının yoluna sarılıyor. Sebep de belli. Kur’an okumuyor insanımız. Kadınıyla erkeğiyle, hatta dâvâsına kendini adadığını düşünen nice insan Kur’an’ı okunması gerektiği şekilde, okunması gerektiği kadar okumuyor. Onu hatim etmek için okuyor, ölü yakınları için okuyor. Ama anlamak için okumuyor, hayatına geçirmek için okumuyor. Dini, sahibinden öğrenmek için okumuyor. Kendisine anlayamayacağı söylenmiş, o da kendini o şekilde şartlandırmış.

Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. "Kim Benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı (geçim sıkıntısı) olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir."   
 
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin  "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."  Kitabın ne, sorusuna o gün kimi eller "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.         

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır."  Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki Biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?"  Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini de ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz. “Peygamber der ki: ‘Ey Rabbim! Toplumum bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.”

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübârek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."  Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."   Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." 

Bir ilke, bir kanun bireysel ve toplumsal hayatta ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun varlığının fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayatımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.

Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'ân-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayattan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik sevgisine erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)" 

Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azâbına uğratacak çok büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.

Kısaca kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayatı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyede yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz)."

“Özellikle ülkemiz açısından baktığımızda İslâm adına yapılan yanlışlar sayılamayacak kadar çok… Bunun sebebi nedir sizce?” diye soruyordunuz. Ben de cevap olarak; hem İslâm adına yapılan yanlışların temelde iki olduğunu ve hem de bu iki yanlışın içinde sebebinin açık olduğunu belirtmeye çalışıyorum. Yukarıdan beri birinci sebebin Kur’an’la ilişki olduğunu, canlı Kur’an olmaya çalışmadığımızı söylemeye çalıştım. İkinci sebep de gereği gibi, gereken esaslara iman edilmediğidir. İman, sadece kabul değildir; aynı zamanda redir, inkârdır, küfürdür, isyandır da.

"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, ılımlı İslâm(!), laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.

Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”   

Nereden başlamalıyız? Kur’an’ın, Peygamber’in başladığı yerden başlamalıyız. Din “lâ” diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız. İnançta lâ denmesi gerekenler var, ibâdette, hukukta, hükümde, itaat anlayışında, ahlâkta lâ denilmesi gereken yerler var: Tümüne lâ diyoruz. “Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sapasağlam kulpa yapışmış olur.”

İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, tv. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor erkekler. Kendi derdini, İslâm’ın kendine yüklediği sorumlulukları bir tarafa bırakmış, kadın programlarındaki dedikoduları ve yapay kavgaları seyrediyor saatlerce, ya da akşamları seyrettiği dizideki kandırılan kıza ağlıyor hanımlar. Veya mutfaklarından çıkmıyor, döne döne temizlik yapıyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye, fitne toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacak kimse bile kalmayacaktır.
 

 Soru:7.Zeynebder; Son olarak, bizim akledemediğimiz, sizin bizlere söylemek istediğiniz şeyler var mı?
Ahmed Kalkan:
Sanırım, sorularınıza bu kadar uzun cevap vereceğimi tahmin etseydiniz, bu yedinci ve son soruyu sormazdınız. Soruyu geri alma şansınız olmadığına göre, ben de özetin özeti şeklinde cevap vereyim: Ortada Kur’an dururken, benim bir tavsiyede bulunma cür’etim doğru olabilir mi? Akledemediğimizi aklettirecek, bizi uyaracak, nasihat edip öğüt verecek, dertlerimize derman olacak, soramadığımız sorulara cevap verecek, bizi ölümcül uykudan uyarıp diriltecek, tüm problemlerimize çözüm getirecek, tüm mânevî hastalıklarımıza, sosyal dertlerimize, ölümcül siyasî bozukluklara şifa verip bizi kurtaracak Allah’ın kitabına sizi havale ediyorum. Ona emanet ediyorum. Ona müracaatı tavsiye ediyorum. Ancak O Kitab, bize dosdoğru yolu gösterecek, hidayete ulaştıracaktır. Öyleyse, haydi Kur’an seferberliğine. Gözümüzü gönlümüzü, çoluğumuzu çocuğumuzu, evimizi barkımızı, derneğimizi her şeyimizi Kur’an ışığında aydınlatmaya…

Kur’an’la kalın ve bir daha Kur’an’dan ayrılmayın kardeşlerim. Canlı Kur’an olma yolundaki Zeynepder üyelerine, zamanın Zeyneplerine ve çağın Zeynebi çilekeş Sabiha Hanımlara selâm olsun!   


Zeynepder yetkilileri ve üyeleri adına bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyor ve saygılarımızı sunuyoruz.

AHMED Kalkan: Ben de. Bu güzel soruları sorup bu açıklamalara fırsat verip sitesinde yer ayırdığı için Zeynepder’e ve bu uzun söyleşiyi okuma zahmetine katlanan güzel sitenin okuyucularına selâmlar sunuyor, duâlar ediyor, duâlar bekliyorum. Dâvâmızın sonu; el-hamdu lilâhi rabbi’l-âlemîn. Her çeşit övgü ve şükür sadece Allah’a aittir. Ey Allah’ım, Seni tesbih eder, Sana hamd ederim. Yaptığım ve yapacağım hatalar için affını talep eder, tevbe ederim. Ve’s-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuh.

 
  Moderatöre Bildir    88.243.178.3 (?)

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !