Ahmed Kalkan: Müslüman hanım, sadece çocuk doğurmaz, toplumu doğurur. Beşiği sallayan el, toplumu yetiştiren, dünyayı yönlendiren eldir. Anne ile terbiye, Müslüman hanım ile eğitim ayrılmaz birer ikilidir. Ana´dan daha güzel öğretmen, evden daha iyi okul o-la-maz! "İyiliklerin hâkim olması için" Müslüman hanım ne yapmalı?" sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah´tan, âhiretten, cennetten, İslâm´dan, Kur´an´dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah´a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah´ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz? 

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke´de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam´ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icrâ edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ´yla ve O´na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: "Mûsâ´ya ve kardeşine, `kavminiz için Mısır´da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü´minleri müjdele´ diye vahyettik."  Zaferle müjdelenecek mü´minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Çok yönlü mobil hizmet alanları oluşturulmalıdır. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor. Dernekler evlerin alternatifi değildir. Aynı zamanda evlerin cemaat faâliyetlerinde mutlaka zaman zaman da olsa kullanılmaları çok önemlidir. 

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştir(e)mediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına (okullara, resmî kurumlara, gayri İslâmî çevre ve eğlence araçlarına) havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor. 

Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.     

İyiliklerin hâkim olması için Müslüman hanıma düşen ikinci rol: Diğer çocukları, gençleri ve insanları "anne" fedâkârlığı, sevecenliği, kucaklayışı ile eğitmeye çalışmak. Bunun için de her şeyden önce kendini yetiştirme gayreti gerekiyor. Büyükleri yetiştirmekten çok daha kolaydır, verimlidir taze fidanları fıtratları istikametinde doğrultmak. Kendi çocuğuna, akrabasının ve komşusunun çocuğuna öğretmenlik yapamayan Müslüman idealist hanım, işe yanlış yerden başlıyor demektir.  

İyilikleri topluma hâkim kılmak isteyenler olarak, önce o iyiliklerin kendi nefsimizde hâkim olmasına çalışmalıyız. İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak, sadece dâvâ insanlarında değil, bizzat dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir kimseden güzel söz işitir de onun çirkin davranışlarına şâhit olursa, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan tereddüde kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. Din dâvetçilerine olan itimatlarını yitirdikten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz. Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz;  ölüdür, muhâtabına tesir edemez. Bir insan, ağzından çıkan sözün canlı bir örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimad eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir. 

Kendisi hasta olan bir doktorun, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: "Kelin merhemi olsa, başına çalar." Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: "Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi." Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden "yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar" denilmiş; "hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme" diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm´a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? "Ele verir talkını, kendi yutar salkımı" "Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü" gibi deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir. 

Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. 

Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münâfıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eğilimindedir. 

İnsan, karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söylenen sözün hâle tercüman olmasıdır. Câmi, hâl diliyle durmadan namaza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz vakitlerinde tercüman olur. Bir mü'min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hâl diliyle durmadan İslâm'a çağırır. Onlara bir şeyler söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. "Eğer biz,  İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızda ortaya koysak, diğer dinlerin bağlıları ve uydurma din diyebileceğimiz demokratlar, laikler, kemalistler, grup grup İslâmîyet'e girecektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet´e toptan gireceklerdir." Biz hep beraber İslâm'a uygun bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm'ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân edebilsek nice insanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu yapmamakla kim bilir kimlerin dalâletine, İslâm'dan uzaklaşmalarına yahut en azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.

"Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma."  Yârabbi, Sen bizi İslâm'ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; bizi gösterip de: "bunların temsil ettiği dâvâ, ne kadar doğru ve güzel olabilir?" deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler. 
    
Bir dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu kötü temsil edenler verir. Milyarlarca insan, İslâm'dan mahrum yaşıyorsa, kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşanamadığındandır. Dünyanın en kötü bir ürünü, iyi bir ambalaj yardımıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri bulunabilir. Dünyanın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de, meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde masaya başınıza fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sıfıra yaklaşacaktır. Yüzü sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bulamaması da aynı konu ile ilgilidir.

Haklı olmak yetmez; hakka sahip çıkıp, hakkıyla hakkı savunmak da şarttır. Haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği emretmemiz de yetmez; bâtılı yaşayarak bu görev yerine getirilirse, yine haksız duruma düşmüş oluruz. Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz. En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. "İnsanları Allah´a dâvet eden ve kendisi de sâlih/iyi amel işleyen ve `Ben şüphesiz müslümanlardanım´ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?"  

Başörtüsü ile kamusal alanda bulunmak bile bugünkü kadınların cihadı sayılabilir. İslâm düşmanları, sırf kendilerine Allah´ı hatırlatıyor diye kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi, ölümüne susamış o hayvan gibi saldırıyor. O aklını kullanmayanları daha bir deli etmenin yollarından biridir tesettürle ve Müslüman hanıma yakışan vakarla sosyal hayatta müslümanca rol almak. Toplumda iyiliklerin hâkim olması için iyilerin en az kötüler kadar cesur olmaları da gerekmekte. Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?"  diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.   

Önceki sorulara verdiğim cevapta toplumsal hayatta ve emr-i bi´l-ma´rûf görevinde Müslüman hanımların konumlarına yer yer temas etmeye çalıştım. İyiliği hâkim kılmak tek tek bireylerin altından kalkabileceği kolaylıkta değil. Biz, ancak gücümüzün yettiklerinden sorumluyuz. Ailemizden, çevremizden, derneğimizden... Oralara gerçek iyiliği hâkim kılma gayretinde bulunmak ve bunu giderek yaygınlaştırmaktır bizden beklenen. Ayrıca mutlaka cemaat çalışmalarına katılmak ve tek tek kendimizin yapamayacağımız görevlerimizi Allah´ın rahmetinin üzerinde olduğu cemaatlerimiz vasıtasıyla yapmaya çalışmamız gerekiyor. Bu, aynı zamanda bizim de geri adım atmamamız, seviyemizi daha yükseltmemiz ve grup/cemaat kimliği kazanmamız açısından da önemlidir. Haftada en az bir gün, kadın veya erkek olalım, mutlaka Allah rızâsı için bir araya gelip bir birlik oluşturmalı, cemaat çalışması ve dersler yapmalıyız. Ama insanları derneğimize, grubumuza davet etmekten, grubumuzu dinimizin önüne geçirmekten, yani tefrikacı olmaktan şiddetle kaçınmalıyız. Fussılet sûresi 33. âyette bildirilen "Allah´a dâvet", "sâlih amel" ve "ben Müslümanlardanım" (başka bir grubun ismiyle isimlenmeye râzı olamam) demek gibi temel özelliklere sahip olmalıyız ki dâvetimiz ve çalışmamız Rabbânî olsun ve Allah´ın yardımına paratonerlik etsin.     

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !